bâd-ı sâbâ

Cuma, Haziran 25, 2010

Eksen Kayması

Aslında son zamanlarda ülkemizin gündemini işgal eden eksen kayması, batılı mıyız - doğulu muyuz, Araplarla ne işimiz var gibi tartışmaların temelinde medeniyet meseleleri yatmaktadır.

Konuyla ilgili olarak Samuel Huntington'ın yazdığı "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabından bazı bölümleri aktarmayı faydalı gördüm. İlk önce Türkeye'nin bölünmüş bir ülke olma özelliğini, daha sonra da nasıl İslamın çekirdek devleti olabileceği ile ilgili kısımları aktarıyorum. Yazarın yıllar önce çizdiği Türkiye'de bu dönüşümü gerçekleştirebilecek lider portresi bana tanıdık geldi. Biraz uzun ama okunmasında yarar var.

Samuel Huntington, soğuk savaş sonrası ülkeleri organik devletler, merkez devletler, yalnız devletler, parçalı veya ayrık devletler, bölünmüş devletler olarak sınıflandırıyor. (s. 190)

Bölünmüş bir ülkeyi, tek bir medeniyetin yerleşmesine sebep olacak tek bir başat kültüre sahip olmasına rağmen o ülkenin liderleri tarafından başka bir medeniyete kayması istenen ülke olarak tanımladıktan sonra Türkiye’yi de bu ülkelerden biri olarak örnek göstermektedir. (s.196)

Ülkelerin bulundukları medeniyetleri değiştirme teşebbüslerinin neden başarısız olacaklarını ise şu şekilde ifade etmektedir:

… Türkiye, Meksika, Rusya liderleri Batı’yı kendi toplumlarının içine almaya ve kendi toplumlarını da Batı’nın içine katmaya girişti. Gelgelim, bu ülkelerin deneyimi yerli kültürlerin ne kadar güçlü, direngen, koyu kıvamlı olduklarını, kendilerini yenileme ve Batılı ithalata karşı koyma, onu sınırlama ve uyarlama yeteneklerini çok güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Batı’ya reddiyeci bir tepki göstermek imkânsız olsa da, Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdırlar, Japonya’yla aşık atmalı ve kendi geleneklerine, kurumlarına ve değerlerine dayanmalıdırlar. (s. 223)

Toplumların kültürünü kökten yeniden şekillendirebileceklerini düşünecek kadar kibirle dolup taşan siyasi liderler başarısız olmaya mahkûmdur. Batı kültürünün bazı unsurlarını toplumlarına sunabilirlerse de, kendi yerli kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da mütemadiyen bastırmaya güçleri yetmez. Bunun tersine, Batılı virüs başka bir toplumun bir kez yerleşince onu silip çıkarmak zordur. Virüs varlığını sürdürür ama ölümcül değildir; hasta hayatta kalır ama asla eski haline tamamen kavuşamaz. Siyasal liderler tarih yapabilirler ama tarihten de kaçamazlar. Batılı toplumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üretirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden özelliği haline gelir. (s. 224)


Daha sonra çekirdek devletleri bir medeniyete ait kültürel kaynakların en güçlü olduğu, merkezi devlet olarak tanımlayarak, İslamın bir çekirdek devletten mahrum olduğunu bunun sebebinin kısmen batılı güçlerin emperyalizmi olduğunu iddia etmiştir. (s. 191)

İslamın çekirdek devleti olmaya aday İslam ülkelerinin neden bu konuma gelemeyeceklerini teker teker anlattıktan sonra bu potansiyeli taşıyan tek ülkenin Türkiye olduğunu şu şekilde izah etmektedir:

Osmanlı imparatorluğunun yıkılışı İslamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı. Osmanlı imparatorluğunun toprakları büyük ölçüde Batılı güçler arasında paylaşıldı ve bu güçler o ülkeleri terk ettiklerinde arkalarında İslam’ın geleneklerine yabancı bir Batılı modele göre inşa edilmiş kırılgan devletler bıraktı. Bu yüzden, yirminci yüzyılın büyük kısmında hiçbir Müslüman ülke bu rolü üstlenmesine ve gerek öbür İslami devletler tarafından gerek gayri Müslim ülkeler tarafından İslamın lideri olarak kabul edilip tanınmasına yetecek güce, kültürel ve dinsel meşruluğa sahip olamadı.

İslami bir çekirdek devletin yokluğu İslamı niteleyen yaygın iç ve dış çatışmalara büyük bir katkıda bulunmuştur. Kenetlenme içermeyen bilinçlilik İslamın zayıflığının bir kaynağı olduğu gibi, öbür medeniyetlere yönelik bir tehdidin de kaynağıdır. Bu durumun sürüp gitme olasılığı var mı?

İslami bir çekirdek devlete ekonomik kaynaklara, askeri güce, güçlü bir örgütlenmeye, İslami bir kimliğe sahip olmak ve ümmete hem siyasal hem de dinsel düzeyde liderlik etmek zorundadır. İslamın olası liderleri olarak zaman zaman altı devletin adı geçer; gelgelelim etkin bir çekirdek devlet olmanın gereklerine bugün için bu devletlerin hiçbiri sahip değil. Endonezya en büyük Müslüman ülkedir ve ekonomik açıdan hızla gelişmektedir. Gelgelim, İslamın Arap merkezinden çok uzak bir çevre coğrafyasında bulunmaktadır; bu devletin İslamı gamsız Güneydoğu Asya çeşidinden bir İslamdır; nüfusu yerli, Müslüman, Hindu, Çin ve Hıristiyan tesirlere açık karma bir nüfustur. Mısır büyük bir nüfusa sahip, Orta Doğu’da merkezi, stratejik olarak önemli bir coğrafyada yer alan bir Arap ülkesidir ve İslami bilginin üretildiği önde gelen bir kuruluş olan El-Azher Üniversitesi bu ülkededir. Gelgelelim, Mısır da yoksul bir ülkedir, ekonomik açıdan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Batılıların denetimi altındaki uluslar arası kurumlara ve petrol zengini Arap devletlerine bağımlıdır.

İran, Pakistan ve Suudi Arabistan kendilerini açıkça birer Müslüman ülke olarak tanımlamış ve aktif bir şekilde ümmet içinde etkili olma ve ümmete liderlik etme girişiminde bulunmuştur. Bunu yaparken örgütlere sponsorluk etme, İslami grupları finanse etme, Afganistan’daki savaşçılara destek verme ve Orta Asya’daki Müslüman halkların gönlünü kazanma konularında birbirleriyle rekabete girmişlerdir. İran, kendisine İslami bir çekirdek devlet vasfını kazandırabilecek orta düzey bir ekonomik gelişkinliğe, petrol rezervlerine, tarihsel geleneklere, uygun bir büyüklüğe ve coğrafi açıdan merkezi bir konuma sahiptir. Gelgelelim, Müslümanların yüzde doksanının Sünni olmasına karşılık İran Şiidir; İslamın dili olarak Arapça’dan sonra Farsça gelir; ve Acemler ile Araplar arasındaki ilişkiler tarih boyunca düşmanca olmuştur.

Pakistan gerekli büyüklüğe, nüfusa ve askeri yeteneklere sahiptir ve liderleri oldukça tutarlı bir şekilde İslami devletler arasında işbirliğini geliştirmeyi desteklemede rol ama ve dünyanın geri kalanı karşısında İslamın sözcülüğünü yapma iddiasında bulunmuştur. Gelgelelim, Pakistan göreceli olarak yoksul bir ülkedir ve ciddi iç etnik ve bölgesel bölünmüşlüklerde, siyasal istikrarsızlıklarla dolu bir sicilden ve Hindistan karşısında güvenlik sorununa saplanıp kalmışlıklardan müstariptir; tüm bunlar, başka İslami ülkelerin yanı sıra Çin ve ABD gibi gayri-müslim güçlerle yakın ilişkiler geliştirmeye verdiği önemli büyük ölçüde açıklamaktadır.

İslamın kökensel yuvası Suudi Arabistan’a gelince, İslamın en kutsal emanetleri oradadır; dili İslamın dilidir; dünyanın en büyük petrol rezervlerini ve bunun sonucu olarak da mali etki gücünü elinde tutmaktadır; ve yönetimi Suudi toplumunu katı İslami bir doğrultuda şekillendirmiştir. Suudi Arabistan 1970’li ve 1980’li yıllarda İslam dünyasında en etkili yegâne güçtü. Tüm dünyada Müslümanlık davasını desteklemek için milyarlarca dolar harcadı, camiler ve ders kitaplarından siyasal partilere, İslamcı örgütlere ve terörist hareketlere kadar birçok alanda mali yardımlarıyla boy gösterdi ve bunu yaparken de aralarında pek bir ayrım gözetmemiştir. Öte yandan, göreceli düşük yoğunluklu nüfusu ve coğrafi açıdan zayıf bir konumda yer alması bu ülkeyi güvenlik sorunları açısından Batı’ya bağımlı kılmaktadır.

Son olarak, Türkiye İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim, Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı imparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC’in kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.

Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı takdirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir. Köktendincilik Türkiye’de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi altında Türkiye Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır; Orta Asya’da ılımlı bir rol üstlenebilmek için etnik ve dilsel bağlantılarından faydalanmaya çalıştır; Boşnak Müslümanları desteklemiş ve cesaretlendirmiştir. Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’daki Müslümanlarla kapsamlı tarihsel bağlantılara sahip olması bakımından Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri vardır. Türkiye’nin sonuçta bir “Güney Afrika” rolü kotarması hiç de mantık dışı değildir. Güney Afrika’nın ırk ayrımcılığını ilga etmesi gibi, kendine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. Güney Afrika, Hıristiyanlıkta Batı’nın iyi ve kötü yanlarını ve ırk ayrımcılığını yaşayıp gördükten sonra Afrika’ya liderlik etme vasfını özellikle kazandı. Laiklik ve demokraside Batı’nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp görmüş olan Türkiye de en az onun kadar, İslama liderlik etme vasfını kazanmış olabilir. Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir. (ss. 261 – 264).

Etiketler: , , ,

Cumartesi, Ocak 23, 2010

Avrupa'da Yahudiler

İsviçre’nin bir referandum ile minare inşası yasaklaması ülkemizde de birçok haklı tepkiye sebep oldu. Bunun üzerine kendi kültürümüze yüzünü buruşturarak bakan, kendi tarihimizi yabancı kaynaklardan okuyarak anlamaya çalışan (ki birçokları buna dahi tenezzül etmezler. Öyle ya geçmişimizde öğrenmeye değer ne vardır ki...) bazı sözde aydınlarımız “durun! İsviçre’ye çamur atacağınıza kendi tarihinize bakın da islam toplumlarındaki zimmîlerin ne çektiğini görün” diyerek karşı atağa geçtiler. Bazılarına vaziyetin hiç de sandıkları gibi olmadığı ehil kişilerce ispat edildi. Bense yine Avrupa’da 18. Yüzyılda Yahudilerin vaziyetini Avrupalı bir kaynaktan aktarıyorum*:

Çoğunlukla aşağılanıyor, kendilerinden korkuluyor ve nefret ediliyorlardı. Sonuçta Yahudiler vaktiyle İsa’yı öldürmüşlerdi... İmparatorluk kenti Viyana’da bile Yahudiler, bir gettoda kendi yaşamlarını sürdüremiyorlardı. Kent kapılarından geçerken özel bir gümrüğe tabiydiler, yüksek hoşgörü ücreti ödemeleri gerekiyordu. Sarı bir benekle işaretlenmiş özel giysiler giymekle yükümlüydüler ve sadece kendilerine ayrılmış evlerinde oturmak zorundaydılar ve önlerinden geçen dini alaya pencerelerinden bakmaları kesinlikle yasaktı. Herkese açık yerlere girmek, tiyatro ve konserlere gitmek onlara yasaklanmıştı. Değişik biçimlerle hemen her yerde böylesi sınırlamalara tabiydiler. Çoğunlukla onlara toprak sahibi olma izni verilmediğinden, tam da başka etkinliklere muhtaç olmuşlardı.

Yahudiler Batı Avrupa’da daha özgürce hareket ediyorlardı. Her zaman özel bir yasaya bağlı olsalar da 15. Yüzyılda İspanya’dan sürülenler Felemenk’e, İngiltere’ye ve çeşitli ticaret kentlerine yerleşebilmişlerdi.


*Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, Literatür Yayınları, 2004

Etiketler: , , ,

Asilin Dilinden Avam Anlamaz

Osmanlı’nın en çok eleştirilen taraflarından biri de bilimde ve bilhassa edebiyatta sıkça Arapça ve Farsça kökenli kelimlerin ve tamlamaların yer aldığı ağır ağdalı bir dilin kullanılmış olmasıdır. Bu eleştiri ne derece haklı, sade bir dil kullanılmış olsayda durum daha mı iyi olurdu bunu kestirmek benim için hayli zor fakat anlaşılan o ki Osmanlı bu hususta yalnız değil. 18 yüzyıl Avrupa’sı da dönemin baskın kültür dili olan Fransızca’nın tesiri altında kalmış. Bakınız Avrupa’da Aydınlanma* adlı eserde bu durumdan nasıl bahsediliyor:

... Fransızca soyluların ve sarayların egemen dili haline gelmişti; soylular yerel dili ve lehçeleri bilseler bile, sadece hizmetkârlarıyla o dilde konuşurlardı. Fransızca o zamana kadar çok konuşulan İtalyanca’nın yerini aldığı gibi, bilim dili olarak Latince’nin de yerine geçmeye başlamıştı. Butün saraylar tümüyle Fransız örneğine göre düzenlenmişti. Sadece bu dilde mektuplaşılıyordu. Fransızca aynı zamanda burjuva aydınlar ve tüccarlar için de öğrenilmesi gereken bir yabancı dil olmuştu.

Anadili aynı olan iki insan neden iletişim için bir yabancı dili kullanmayı tercih ederler? Bu tercihi Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisininin üçüncü basamağı olan “kendini gerçekleştirme” ve “estetik değerler” ile izah etmek mümkün mü? Ben bu durumun ilk bakışta akla geldiği gibi basit bir show off ile açıklanamayacağı kanaatindeyim. Öyle olsa hem hocanın hem de talebenin ana dilinin Türkçe olduğu bir ülkede öğretim gibi kritik bir ameliyenin her iki tarafın da meramını güçlükle ifade edebildiği bir dilde yapılmaya çalışılmasını neyle izah edebiliriz?

*Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, Literatür Yayınları, 2004

Etiketler: , , , ,

Perşembe, Ocak 21, 2010

Mutluluk

The New York Times gazetesinden Nicholas Kristof “The Happiness Hypothesis” adlı kitaptan mutluluk üzerine bazı örnekler vererek ulaşılmaya çalışılan bazı şeylerin aslında sanıldığı gibi mutluluğa yol açmadığını yazmış köşesinde. Ben de bu yazından biraz aktarıyorum:

•Erkekler kadınlardan daha fazla mutlu değildir. (Aksini kim iddia etmişti?)

•Açık güneşli havanın insanları, soğuk iklimlerin insanlarından daha fazla mutlu değildir.

•Diyaliz hastası olmak gibi kronik sağlık problemi olmak bile uzun vadede mutluluğu çok az etkiler.

•Güzel insanlar, çirkinlerden daha fazla mutlu değildir.

•Beyazlar, siyahlardan yalnızca biraz fazla mutludur.

•Gençler, yaşlılardan biraz mutsuzdur.

•Dini inancı olanlar, dinden uzaktan olardan daha fazla mutludur.

“İnsanoğlu birçok bakımdan arılara benzer. Sosyal bir birliktelik içinde yaşayabiliriz, kovanımızdan uzak kalmak bizi pek mutlu etmez” diyor bahsedilen kitabın yazarı.

Yazar ayrıca başkaları için bir şeyler yapmanın ehemmiyetine işaret ediyor. Hayırseverliğin, cömertliğin, fedakârlığın yapan kişiyi de oldukça mutlu ettiğini, yapılan bilimsel deneylerin de bunu gösterdiğini söylüyor.

Aslında kendi kültür ve medeniyetimize yabancı olmayanlar için hiç de yeni bir bilgi değil ama kendi kültür ve medeniyetimizden geriye ne kaldı ki...

http://www.nytimes.com/2010/01/17/opinion/17kristof.html?em

Etiketler: , ,

Perşembe, Aralık 31, 2009

ALGIYI AÇIK TUTMAK

İngilizce meselesini kökten halletmiş bir arkadaşıma bu işi nasıl başardığını sorduğumda algıyı açık tutmanın ehemmiyetinden bahsetti. Yani bir yerde bir İngilizce kelime gördüğünde bunun anlamını, kullanılışını araştırmalı ve İngilizce kelime havuzuna bunu da dahil etmeli.

Arkadaşımın bu sırrı bana Peter Senge’nin sahasında önemli mihenk taşlarından biri olan Beşinci Disiplin adındaki kitabında bahsettiği beş disiplinden ilki olan Kişisel Ustalık (Personal Mastery) disiplinini hatırlattı.

“Yüksek kişisel ustalık düzeyindeki insanlar sürekli bir öğrenme halinde yaşarlar. Hiçbir zaman varmazlar. Bazen dil kişisel ustalık teriminde olduğu gibi, yanıltıcı bir keskinlik duygusu uyandırır. Ancak kişisel ustalık sahip olduğumuz bir şey değildir. Bir süreçtir. Hayat boyu süren bir disiplindir. Yüksek kişisel ustalığa sahip insanlar bilgisizliklerinin, yetersizliklerinin, yetişme alanlarının had safhada bilincindedirler. Ve derinden bir özgüven duygusuna sahiptirler. Bir paradoks mu? Sadece ödülün yolculuğun kendisi olduğunu göremeyenler için. “

Yazar öğrenmeyi ise şu şekilde tarif etmektedir.

“Gerçek öğrenme, insan olmanın anlamını ta yüreğinden kavrar. Öğrenme ile kendimizi yenileriz. Öğrenmeyle, şimdiye kadar hiç bir zaman yapamadığımız bir şeyi yapmaya muktedir hale geliriz. Öğrenmeyle dünyayı ve onunla ilişkimizi yeniden kavrarız. Öğrenmeyle, üretme ve hayatın üretme sürecinin bir parçası olma kapasitemizi genişletiriz. Her birimizin içinde bu tür öğrenmeye karşı derin bir açlık vardır.”

Günümüzde bilgiye erişim hayli kolaylaşmıştır. Bir çok kitaplar ansiklopediler bilgisayar ortamına taşınmıştır. Arama motorları ile istenilen bilgiye kısa sürede ulaşılabilmektedir. (Arama sonucunda ortaya çıkan her bilgiye güvenilir mi, doğru bilgi hangi kaynaklardan elde edilir meselelerini de ayrı bir yazıda irdeleyelim.) Dolayısıyla yazarın bahsettiği sürekli öğrenme halinde olanların da işleri oldukça kolaylaşmıştır.

Diyelim bir dergi veya gazetede bir köşe yazısı okuyoruz. Karşımıza tanımadığımız bir şahsiyet veya bilmediğim bir tarihi hadise veya mânâsını tam kavrayamadığımız bir kelime çıktı. Yapılacak iş hemen bunu bir yere not edip daha sonra araştırmak olmalıdır. Bu şekilde bilgi hazinemizi biraz daha genişletmiş oluruz. Muhtemelen bu araştırma sırasında da bilmediğimiz bir çok mefhum ile karşılaşacak, bu vesileyle onları da öğrenmiş olacağız.

Şayet araştırmak yerine tembellik eder de hiçbir şey yapmadan geçersek öncelikle okuduğumuz yazıyı tam olarak anlayamayacağız. Daha sonra aynı şeyle başka yerde de karşılaşınca bu şey bize tanıdık gelecek. Aslında aldatıcı bir aşinalık bu. Mânâsını, muhtevasını bilmediğimiz halde bu aşinalığın verdiği rahatlık sayesinde anlatılanı anladık hissine kapılacağız. Bir tür öğrenme – anlama ilizyonu aslında. Anlamıyoruz ama anladık diye şartlıyoruz kendimizi. Büyük bir şirkette genel müdürlük de yapmış bir üniversite hocamız milletimizin bir çok meseleyi konsept olarak bildiğini fakat hiç birinin derinliğine, muhtevasına hakim olmadığını söylemişti. Biliyorum zannedip bilmeme durumu.

Bu hastalığın belki en önemli örneği yeni bir kelime öğrendikten sonra sürekli o kelimeyle karşılaşıyor hissine kapılmamızdır. Sanki o kelime daha önce hiç yokmuş da birden heryerde kullanılıyor olmuş zannederiz. Oysa daha öncede de o kelime karşımıza aynı sıklıkla çıkıyordu ama yukarıda bahsettiğim ilizyon sebebiyle biz o kelimeye olan cahilliğimizin farkında değildik. Öğrendikten sonra algıda seçicilik mekanizması devreye girdi.

Algıyı açık tutmanın faydasını ben de gördüm diyebilirim. Yıllar önce okuduğum bir yazıda bugün yaygın olarak kullanılmayan fakat altmış sene, seksen sene önce sıklıkla kullanılan, dilde yapılan planlı tahribatlar neticesinde unutulmaya yüz tutmuş kelimeleri öğrenmenin lüzumundan, bunun için lügat kullanmanın ehemmiyetinden bahsediliyordu. O andan itibaren kitap ayıraçlarının temiz yüzüne o kitapda geçen bilmediğim kelimeleri ve yanlarına lügat manalarını yazmayı adet edindim. Bu şekilde epey kelimeyi kelime hazineme kattığımı söyleyebilirim.

Bir sohbet esnasında bahsedilen bir konudan bir blog yazısı çıkarmak da algı açıklığının bir tezahürü değil midir zaten.

Etiketler: , , , ,

Çarşamba, Kasım 25, 2009

Püsküllü Bela

Bu bloga bir şeyler yazmamın bir sebebi kendim için bir arşiv oluşturmak diğer bir önemli sebebi ise okuduğum kitaplarda yer alan ilginç sayılabilecek ve internet ortamında ulaşılması pek mümkün olmayan bilgilerin internet ortamına taşınması böylece herhangi bir arama motorunda yapılan bir arama ile arayan kişin karşısına çıkması. Aşağıdaki iktibas da bu misyona bir misaldir.

Bernard Lewis, sayfa 142’de saray vakanüvisi Lütfi’den “püsküllü bela” tabirinin kaynağını şu şekilde aktarmaktadır.

Şu ana kadar, düzenli birliklerin ve devletin genel olarak tüm hizmetkârları ve tebasının feslerine taktıkları püskül bükülmemiş ipekten yapılmaktaydı. Rüzgâr, yağmur ve benzeri nahoş etkilerin yol açtığı zarar nedeniyle püsküllerin her gün taranması kaçınılmaz bir mecburiyet haline gelmişti. Püskülleri taramak için çoğunlukla Yahudi oğlanlar bugünün ayakkabı boyacıları gibi sokakta, çarşıda “püskülünüzü tarayalım!” diye bağırarak dolaşırlar ve bu yolla para kazanırlardı. Kadınlar da taranmış püskülleri tepesi kalıpla düzleştirilmiş feslere takıyorlardı; başlarının üstünde daha kolay dursun diye fese bir tel yerleştiriyorlar ve fesin üstüne de kâğıt yerine gümüş bir tabaka koyuyorlardı. Bu ipekli püsküllere çok isabetli bir biçimde insanlar tarafından püsküllü bela adı takılmıştı. Bundan dolayı hem siviller hem de askerler için epeyce sıkıntıya yol açtığından, komutanların, subayların ve ordu mensuplarının feslerinin tepesine tespit ve tayin edilen ağırlıkta örme püskül taktırmalarına, askeri törenlerde ferahi adı verilen yuvarlak metal tabaka biçiminde rütbe işaretlerinin takılmasına ve diğer sınıflardan olanların da ipek püskül yerine örme püskül kullanmasına karar verildi.

Etiketler: ,

Pazartesi, Kasım 23, 2009

Bir Zamanlar...

Bernard Lewis’in Modernleşen Türkiye’nin Doğuşu’nu okuyorum. Henüz başlardayım ama hem içerik olarak dolu hem de Türkçeye güzel çevrilmiş bir kitap. Çoğu çeviri kitapları okurken sıkılıyorum. Tercümanların cümleleri bire bir çevirmeye çalışması sebebiyle çoğu zaman uzun, anlam kaymaları olan cümleler ortaya çıkıyor. Türkçe dili ile İngilizce üslubunda yazmaya çalışıyorlar, netice çoğu zaman okuyucu için hüsran oluyor. Çeviri kitaplar konusundaki içimde birikmiş ızdıraptan az da olsa bahsettikten sonra kitapta devrin müslümanlarının gayrimüslimlere karşı bakış açısını gösteren birkaç pasaj iktibas ediyorum.

3.Bölüm’e girerken Lewis iki ayrı kitaptan bu konuda alıntı yapıyor.

Türklerle samimi bir dostluk kurmak için çok fazla gayretkeş olmamak gerektiği, bu ülkedeki bir elçi için hiç kuşkusuz iyi bir düsturdur. Herkese yönelik orta halli, makul bir tavır zahmetsiz ve güvenilirdir; zira bir Türk’ün Hıristiyanlar ile hakiki bir dostluk kurması mümkün olamaz. (Paul Rycaut, “The History of the Present State of the Otoman Empire”, 1668).

İnançsızlar ve kafirler ile samimi bir bağ kurmak Müslümanlara yasaklanmıştır, birbirine karanlık ile aydınlık kadar zıt olan bu iki taraf arasında dostane ve yakın bir ilişki, istenecek en son şeydir. (Asım Efendi Tarihi, 1809).


116 sayfada ise 1835’li yıllarda Osmanlı ordusunda danışmanlık yapan bir Avrupalı subaydan şunları aktarıyor:

Bir Türk, Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz kabul eder. Ama bir Frenkin bundan dolayı bir Müslüman ile kendini aynı seviyede görebileceğini aklına bile getirmez.

Devamında yine aynı subaydan o tarihlerdeki Avrupalı subay danışmanlara bakışı aktarıyor.

…Ancak toplumsal ölçekte onlara gösterilen saygı gitgide azalıyordu. “Albaylar bize öncelik tanıyor, subaylar hâlâ itirazsız bir şekilde nazik davranıyor, ne var ki sokaktaki adam bize asla kollarını açmıyor … Asker ise itaat ediyor, ama selam durmuyordu.” Türk komutanlar bile kendi askerlerinden bir gâvura hürmet göstermelerini talep etmeye cüret edemiyordu.

Anlaşılan bir zamanlar bu topraklarda müslümanlar islamın vakar ve şerefine toz kondurmuyor, “kişi sevdiği ile beraberdir” hadis-i şerifine muvafık yaşıyorlarmış.

Perşembe, Temmuz 09, 2009

Cemiyet ve Cemaat Üzerine

Alman sosyolog Ferdinand Tönnies cemaat ve cemiyet adını verdiği iki ayrı kavramın tanımını yaparak toplum ile birey arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışmaktadır.

Cemaat – Community – GemeinSchaft
• Cemaatler aile, akrabalık ilişkilerine benzer, ilişkiler yüz yüze, sıcak ve samimidir.
• Mensuplar kendini, sosyal grubun amaçlarına hizmet eden birisi olarak görürler
• Cemaatin mensupları cemaatin normlarına göre kendi inanç ve davranışlarını şekillendirirler.

Cemiyet – Society – GesselSchaft
• Cemiyetler de ise bireysellik ön planda.
• Sosyal ilişkiler maddiyata dayalı ve yüzeyseldir.
• Cemiyetin mensupları sosyal grubu kendi amaçlarına hizmet eden araç olarak görürler.

Sanayileşme, kentleşme, modernleşme sonucu özellikle büyük şehirlerde cemaat anlayışı yavaş yavaş azalıp yerini komşunun komşuyu tanımadığı bir cemiyet hayatı alıyor.

Bu cemiyet hayatının ilerlemiş örneklerini batı Avrupa ülkelerinde görüyoruz.

Ülkemizde de devlet sivil hakların genişlediği bir cemiyet hayatı tesis etmek için çalışıyor. Aslında bu yerinde bir davranış. Devletin vatandaşlarını cemiyet mensubu olmasına imkân vermeyip, standartlarını, normlarını, inanç ve ilkelerini kendi belirlediği bir cemaatin mensubu olmasına mecbur etmesinin ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunu millet olarak yakından gördük.

Gündemdeki siyasi meseleler de, şimdiye kadar siyasi otoritenin mecbur ettiği cemaatin gönüllü ve halinden memnun mensuplarının bu cemaatin yıkılmasına olan dirençlerinden kaynaklanıyor. Kendi menfaatlerine dönen bu çarkın hep devam etmesini istiyorlar.

Cemiyet hayatının bu ülkelerde gördüğümüz kendimizde de yavaş yavaş hissetmeye başladığımız bir takım sorunları var.

Öncelikle bireyselleşme beraberinde yalnızlığı da getiriyor.

İnsanlar kendileri mutlu hissetmiyor, bir kasvet bir huzursuzluk adeta ruhlarını kaplıyor.

Sonra insan tabiatı itibari de ile birlikte yaşamaya temayüllü.

Yapılan çeşitli sosyal psikoloji deneyleri gösteriyor ki insanlar gruplara ayrılmaya ve şahsiyetlerini mensup olduğu gruba göre şekillendirmeye yatkındırlar.

Bir gruba mensup olduklarında aynı grubun diğer mensuplarına karşı müspet bir bağlılık hissederken, başka bir grubun mensuplarına karşı daha menfi bir pozisyon alırlar.

Bu sebeplerden dolayı, bana öyle geliyor ki, insanlarda kendi meşreplerine uygun bir cemaat arayışı ortaya çıkacak.

Çünkü burada insanlar maddi kaygılardan uzak bir şekilde gönülden sevip bağlanabileceği insanlar ile tanışabiliyor.

İnsanlarda bir aidiyet hissi oluşuyor ve başkaları tarafından da sevilip saygı görebiliyor.

Bu anlamda bu birliktelikler ile Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki üçüncü ve dördüncü seviyedeki ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar.

Burada önemli olan, insanların özgürce, kendi istedikleri bir cemaate mensup olabilecekleri bir cemiyet hayatının tesis edilebilmesidir. Bunun için de başta siyasi otorite olmak üzere, ülkenin tüm unsurlarında önemli bir zihniyet değişimi gerekiyor.

Etiketler: , , ,

Uluslararası Dini Özgürlükler Raporu'na göre Türkiye'nin İnanç Haritası

Toplam Nüfus 69.6 milyon.

Resmi rakamlara göre nüfusun %99’u müslüman ama sivil toplum örgütlerine göre oran biraz daha düşük.

Devlet resmi olarak üç farklı dini azınlık cemaatini tanıyor (Lozan antlaşmasına göre):
1. Ortodoks Rum cemaati
2. Ortodoks Ermeni cemaati
3. Yahudi cemaati

Sünni çoğunluğa rağmen 15-50 milyon alevinin var olduğu tahmin ediliyor.

Diğer dini cemaatlerin nüfus rakamları
Ermeni Ortodoks: 65000
Yahudi: 23000
Rum Ortodoks: 2500’den daha az
Behai: 10000
Süryani: 15000
Yezidi: 5000
Yehova şahitleri: 3300
Protestan: 3000

Sayısı az ve tespit edilememiş Bulgar, Keldani, Gürcü, Katolik, Marunî.

Eskiden güneydoğu bölgesinde Süryani sayısı oldukça fazlaydı fakat devletin baskısı ve pkk ile mücadelenin etkisi ile bunların çoğu İstanbul, Batı Avrupa ve Amerika’ya göç ettiler. Yıllar sonra bir kısmının geri dönmesine rağmen özellikle genç nüfus gittikleri yerlerde kaldılar.

*Araştırma 2006 yılında yapılmıştır.

Kaynak: http://www.state.gov/g/drl/rls/irf/2006/71413.htm

Etiketler: ,