Eksen Kayması
Aslında son zamanlarda ülkemizin gündemini işgal eden eksen kayması, batılı mıyız - doğulu muyuz, Araplarla ne işimiz var gibi tartışmaların temelinde medeniyet meseleleri yatmaktadır.
Konuyla ilgili olarak Samuel Huntington'ın yazdığı "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabından bazı bölümleri aktarmayı faydalı gördüm. İlk önce Türkeye'nin bölünmüş bir ülke olma özelliğini, daha sonra da nasıl İslamın çekirdek devleti olabileceği ile ilgili kısımları aktarıyorum. Yazarın yıllar önce çizdiği Türkiye'de bu dönüşümü gerçekleştirebilecek lider portresi bana tanıdık geldi. Biraz uzun ama okunmasında yarar var.
Samuel Huntington, soğuk savaş sonrası ülkeleri organik devletler, merkez devletler, yalnız devletler, parçalı veya ayrık devletler, bölünmüş devletler olarak sınıflandırıyor. (s. 190)
Bölünmüş bir ülkeyi, tek bir medeniyetin yerleşmesine sebep olacak tek bir başat kültüre sahip olmasına rağmen o ülkenin liderleri tarafından başka bir medeniyete kayması istenen ülke olarak tanımladıktan sonra Türkiye’yi de bu ülkelerden biri olarak örnek göstermektedir. (s.196)
Ülkelerin bulundukları medeniyetleri değiştirme teşebbüslerinin neden başarısız olacaklarını ise şu şekilde ifade etmektedir:
… Türkiye, Meksika, Rusya liderleri Batı’yı kendi toplumlarının içine almaya ve kendi toplumlarını da Batı’nın içine katmaya girişti. Gelgelim, bu ülkelerin deneyimi yerli kültürlerin ne kadar güçlü, direngen, koyu kıvamlı olduklarını, kendilerini yenileme ve Batılı ithalata karşı koyma, onu sınırlama ve uyarlama yeteneklerini çok güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Batı’ya reddiyeci bir tepki göstermek imkânsız olsa da, Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdırlar, Japonya’yla aşık atmalı ve kendi geleneklerine, kurumlarına ve değerlerine dayanmalıdırlar. (s. 223)
Toplumların kültürünü kökten yeniden şekillendirebileceklerini düşünecek kadar kibirle dolup taşan siyasi liderler başarısız olmaya mahkûmdur. Batı kültürünün bazı unsurlarını toplumlarına sunabilirlerse de, kendi yerli kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da mütemadiyen bastırmaya güçleri yetmez. Bunun tersine, Batılı virüs başka bir toplumun bir kez yerleşince onu silip çıkarmak zordur. Virüs varlığını sürdürür ama ölümcül değildir; hasta hayatta kalır ama asla eski haline tamamen kavuşamaz. Siyasal liderler tarih yapabilirler ama tarihten de kaçamazlar. Batılı toplumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üretirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden özelliği haline gelir. (s. 224)
Daha sonra çekirdek devletleri bir medeniyete ait kültürel kaynakların en güçlü olduğu, merkezi devlet olarak tanımlayarak, İslamın bir çekirdek devletten mahrum olduğunu bunun sebebinin kısmen batılı güçlerin emperyalizmi olduğunu iddia etmiştir. (s. 191)
İslamın çekirdek devleti olmaya aday İslam ülkelerinin neden bu konuma gelemeyeceklerini teker teker anlattıktan sonra bu potansiyeli taşıyan tek ülkenin Türkiye olduğunu şu şekilde izah etmektedir:
Osmanlı imparatorluğunun yıkılışı İslamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı. Osmanlı imparatorluğunun toprakları büyük ölçüde Batılı güçler arasında paylaşıldı ve bu güçler o ülkeleri terk ettiklerinde arkalarında İslam’ın geleneklerine yabancı bir Batılı modele göre inşa edilmiş kırılgan devletler bıraktı. Bu yüzden, yirminci yüzyılın büyük kısmında hiçbir Müslüman ülke bu rolü üstlenmesine ve gerek öbür İslami devletler tarafından gerek gayri Müslim ülkeler tarafından İslamın lideri olarak kabul edilip tanınmasına yetecek güce, kültürel ve dinsel meşruluğa sahip olamadı.
İslami bir çekirdek devletin yokluğu İslamı niteleyen yaygın iç ve dış çatışmalara büyük bir katkıda bulunmuştur. Kenetlenme içermeyen bilinçlilik İslamın zayıflığının bir kaynağı olduğu gibi, öbür medeniyetlere yönelik bir tehdidin de kaynağıdır. Bu durumun sürüp gitme olasılığı var mı?
İslami bir çekirdek devlete ekonomik kaynaklara, askeri güce, güçlü bir örgütlenmeye, İslami bir kimliğe sahip olmak ve ümmete hem siyasal hem de dinsel düzeyde liderlik etmek zorundadır. İslamın olası liderleri olarak zaman zaman altı devletin adı geçer; gelgelelim etkin bir çekirdek devlet olmanın gereklerine bugün için bu devletlerin hiçbiri sahip değil. Endonezya en büyük Müslüman ülkedir ve ekonomik açıdan hızla gelişmektedir. Gelgelim, İslamın Arap merkezinden çok uzak bir çevre coğrafyasında bulunmaktadır; bu devletin İslamı gamsız Güneydoğu Asya çeşidinden bir İslamdır; nüfusu yerli, Müslüman, Hindu, Çin ve Hıristiyan tesirlere açık karma bir nüfustur. Mısır büyük bir nüfusa sahip, Orta Doğu’da merkezi, stratejik olarak önemli bir coğrafyada yer alan bir Arap ülkesidir ve İslami bilginin üretildiği önde gelen bir kuruluş olan El-Azher Üniversitesi bu ülkededir. Gelgelelim, Mısır da yoksul bir ülkedir, ekonomik açıdan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Batılıların denetimi altındaki uluslar arası kurumlara ve petrol zengini Arap devletlerine bağımlıdır.
İran, Pakistan ve Suudi Arabistan kendilerini açıkça birer Müslüman ülke olarak tanımlamış ve aktif bir şekilde ümmet içinde etkili olma ve ümmete liderlik etme girişiminde bulunmuştur. Bunu yaparken örgütlere sponsorluk etme, İslami grupları finanse etme, Afganistan’daki savaşçılara destek verme ve Orta Asya’daki Müslüman halkların gönlünü kazanma konularında birbirleriyle rekabete girmişlerdir. İran, kendisine İslami bir çekirdek devlet vasfını kazandırabilecek orta düzey bir ekonomik gelişkinliğe, petrol rezervlerine, tarihsel geleneklere, uygun bir büyüklüğe ve coğrafi açıdan merkezi bir konuma sahiptir. Gelgelelim, Müslümanların yüzde doksanının Sünni olmasına karşılık İran Şiidir; İslamın dili olarak Arapça’dan sonra Farsça gelir; ve Acemler ile Araplar arasındaki ilişkiler tarih boyunca düşmanca olmuştur.
Pakistan gerekli büyüklüğe, nüfusa ve askeri yeteneklere sahiptir ve liderleri oldukça tutarlı bir şekilde İslami devletler arasında işbirliğini geliştirmeyi desteklemede rol ama ve dünyanın geri kalanı karşısında İslamın sözcülüğünü yapma iddiasında bulunmuştur. Gelgelelim, Pakistan göreceli olarak yoksul bir ülkedir ve ciddi iç etnik ve bölgesel bölünmüşlüklerde, siyasal istikrarsızlıklarla dolu bir sicilden ve Hindistan karşısında güvenlik sorununa saplanıp kalmışlıklardan müstariptir; tüm bunlar, başka İslami ülkelerin yanı sıra Çin ve ABD gibi gayri-müslim güçlerle yakın ilişkiler geliştirmeye verdiği önemli büyük ölçüde açıklamaktadır.
İslamın kökensel yuvası Suudi Arabistan’a gelince, İslamın en kutsal emanetleri oradadır; dili İslamın dilidir; dünyanın en büyük petrol rezervlerini ve bunun sonucu olarak da mali etki gücünü elinde tutmaktadır; ve yönetimi Suudi toplumunu katı İslami bir doğrultuda şekillendirmiştir. Suudi Arabistan 1970’li ve 1980’li yıllarda İslam dünyasında en etkili yegâne güçtü. Tüm dünyada Müslümanlık davasını desteklemek için milyarlarca dolar harcadı, camiler ve ders kitaplarından siyasal partilere, İslamcı örgütlere ve terörist hareketlere kadar birçok alanda mali yardımlarıyla boy gösterdi ve bunu yaparken de aralarında pek bir ayrım gözetmemiştir. Öte yandan, göreceli düşük yoğunluklu nüfusu ve coğrafi açıdan zayıf bir konumda yer alması bu ülkeyi güvenlik sorunları açısından Batı’ya bağımlı kılmaktadır.
Son olarak, Türkiye İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim, Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı imparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC’in kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.
Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı takdirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir. Köktendincilik Türkiye’de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi altında Türkiye Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır; Orta Asya’da ılımlı bir rol üstlenebilmek için etnik ve dilsel bağlantılarından faydalanmaya çalıştır; Boşnak Müslümanları desteklemiş ve cesaretlendirmiştir. Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’daki Müslümanlarla kapsamlı tarihsel bağlantılara sahip olması bakımından Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri vardır. Türkiye’nin sonuçta bir “Güney Afrika” rolü kotarması hiç de mantık dışı değildir. Güney Afrika’nın ırk ayrımcılığını ilga etmesi gibi, kendine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. Güney Afrika, Hıristiyanlıkta Batı’nın iyi ve kötü yanlarını ve ırk ayrımcılığını yaşayıp gördükten sonra Afrika’ya liderlik etme vasfını özellikle kazandı. Laiklik ve demokraside Batı’nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp görmüş olan Türkiye de en az onun kadar, İslama liderlik etme vasfını kazanmış olabilir. Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir. (ss. 261 – 264).
Konuyla ilgili olarak Samuel Huntington'ın yazdığı "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabından bazı bölümleri aktarmayı faydalı gördüm. İlk önce Türkeye'nin bölünmüş bir ülke olma özelliğini, daha sonra da nasıl İslamın çekirdek devleti olabileceği ile ilgili kısımları aktarıyorum. Yazarın yıllar önce çizdiği Türkiye'de bu dönüşümü gerçekleştirebilecek lider portresi bana tanıdık geldi. Biraz uzun ama okunmasında yarar var.
Samuel Huntington, soğuk savaş sonrası ülkeleri organik devletler, merkez devletler, yalnız devletler, parçalı veya ayrık devletler, bölünmüş devletler olarak sınıflandırıyor. (s. 190)
Bölünmüş bir ülkeyi, tek bir medeniyetin yerleşmesine sebep olacak tek bir başat kültüre sahip olmasına rağmen o ülkenin liderleri tarafından başka bir medeniyete kayması istenen ülke olarak tanımladıktan sonra Türkiye’yi de bu ülkelerden biri olarak örnek göstermektedir. (s.196)
Ülkelerin bulundukları medeniyetleri değiştirme teşebbüslerinin neden başarısız olacaklarını ise şu şekilde ifade etmektedir:
… Türkiye, Meksika, Rusya liderleri Batı’yı kendi toplumlarının içine almaya ve kendi toplumlarını da Batı’nın içine katmaya girişti. Gelgelim, bu ülkelerin deneyimi yerli kültürlerin ne kadar güçlü, direngen, koyu kıvamlı olduklarını, kendilerini yenileme ve Batılı ithalata karşı koyma, onu sınırlama ve uyarlama yeteneklerini çok güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Batı’ya reddiyeci bir tepki göstermek imkânsız olsa da, Kemalist tepki başarısız oldu. Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdırlar, Japonya’yla aşık atmalı ve kendi geleneklerine, kurumlarına ve değerlerine dayanmalıdırlar. (s. 223)
Toplumların kültürünü kökten yeniden şekillendirebileceklerini düşünecek kadar kibirle dolup taşan siyasi liderler başarısız olmaya mahkûmdur. Batı kültürünün bazı unsurlarını toplumlarına sunabilirlerse de, kendi yerli kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da mütemadiyen bastırmaya güçleri yetmez. Bunun tersine, Batılı virüs başka bir toplumun bir kez yerleşince onu silip çıkarmak zordur. Virüs varlığını sürdürür ama ölümcül değildir; hasta hayatta kalır ama asla eski haline tamamen kavuşamaz. Siyasal liderler tarih yapabilirler ama tarihten de kaçamazlar. Batılı toplumlar yaratamayıp, bölünmüş ülkeler üretirler. Kendi ülkelerine kültürel bir şizofreniyi yayarlar ve bu şizofreni de onların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden özelliği haline gelir. (s. 224)
Daha sonra çekirdek devletleri bir medeniyete ait kültürel kaynakların en güçlü olduğu, merkezi devlet olarak tanımlayarak, İslamın bir çekirdek devletten mahrum olduğunu bunun sebebinin kısmen batılı güçlerin emperyalizmi olduğunu iddia etmiştir. (s. 191)
İslamın çekirdek devleti olmaya aday İslam ülkelerinin neden bu konuma gelemeyeceklerini teker teker anlattıktan sonra bu potansiyeli taşıyan tek ülkenin Türkiye olduğunu şu şekilde izah etmektedir:
Osmanlı imparatorluğunun yıkılışı İslamı çekirdek bir devletten yoksun bıraktı. Osmanlı imparatorluğunun toprakları büyük ölçüde Batılı güçler arasında paylaşıldı ve bu güçler o ülkeleri terk ettiklerinde arkalarında İslam’ın geleneklerine yabancı bir Batılı modele göre inşa edilmiş kırılgan devletler bıraktı. Bu yüzden, yirminci yüzyılın büyük kısmında hiçbir Müslüman ülke bu rolü üstlenmesine ve gerek öbür İslami devletler tarafından gerek gayri Müslim ülkeler tarafından İslamın lideri olarak kabul edilip tanınmasına yetecek güce, kültürel ve dinsel meşruluğa sahip olamadı.
İslami bir çekirdek devletin yokluğu İslamı niteleyen yaygın iç ve dış çatışmalara büyük bir katkıda bulunmuştur. Kenetlenme içermeyen bilinçlilik İslamın zayıflığının bir kaynağı olduğu gibi, öbür medeniyetlere yönelik bir tehdidin de kaynağıdır. Bu durumun sürüp gitme olasılığı var mı?
İslami bir çekirdek devlete ekonomik kaynaklara, askeri güce, güçlü bir örgütlenmeye, İslami bir kimliğe sahip olmak ve ümmete hem siyasal hem de dinsel düzeyde liderlik etmek zorundadır. İslamın olası liderleri olarak zaman zaman altı devletin adı geçer; gelgelelim etkin bir çekirdek devlet olmanın gereklerine bugün için bu devletlerin hiçbiri sahip değil. Endonezya en büyük Müslüman ülkedir ve ekonomik açıdan hızla gelişmektedir. Gelgelim, İslamın Arap merkezinden çok uzak bir çevre coğrafyasında bulunmaktadır; bu devletin İslamı gamsız Güneydoğu Asya çeşidinden bir İslamdır; nüfusu yerli, Müslüman, Hindu, Çin ve Hıristiyan tesirlere açık karma bir nüfustur. Mısır büyük bir nüfusa sahip, Orta Doğu’da merkezi, stratejik olarak önemli bir coğrafyada yer alan bir Arap ülkesidir ve İslami bilginin üretildiği önde gelen bir kuruluş olan El-Azher Üniversitesi bu ülkededir. Gelgelelim, Mısır da yoksul bir ülkedir, ekonomik açıdan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Batılıların denetimi altındaki uluslar arası kurumlara ve petrol zengini Arap devletlerine bağımlıdır.
İran, Pakistan ve Suudi Arabistan kendilerini açıkça birer Müslüman ülke olarak tanımlamış ve aktif bir şekilde ümmet içinde etkili olma ve ümmete liderlik etme girişiminde bulunmuştur. Bunu yaparken örgütlere sponsorluk etme, İslami grupları finanse etme, Afganistan’daki savaşçılara destek verme ve Orta Asya’daki Müslüman halkların gönlünü kazanma konularında birbirleriyle rekabete girmişlerdir. İran, kendisine İslami bir çekirdek devlet vasfını kazandırabilecek orta düzey bir ekonomik gelişkinliğe, petrol rezervlerine, tarihsel geleneklere, uygun bir büyüklüğe ve coğrafi açıdan merkezi bir konuma sahiptir. Gelgelelim, Müslümanların yüzde doksanının Sünni olmasına karşılık İran Şiidir; İslamın dili olarak Arapça’dan sonra Farsça gelir; ve Acemler ile Araplar arasındaki ilişkiler tarih boyunca düşmanca olmuştur.
Pakistan gerekli büyüklüğe, nüfusa ve askeri yeteneklere sahiptir ve liderleri oldukça tutarlı bir şekilde İslami devletler arasında işbirliğini geliştirmeyi desteklemede rol ama ve dünyanın geri kalanı karşısında İslamın sözcülüğünü yapma iddiasında bulunmuştur. Gelgelelim, Pakistan göreceli olarak yoksul bir ülkedir ve ciddi iç etnik ve bölgesel bölünmüşlüklerde, siyasal istikrarsızlıklarla dolu bir sicilden ve Hindistan karşısında güvenlik sorununa saplanıp kalmışlıklardan müstariptir; tüm bunlar, başka İslami ülkelerin yanı sıra Çin ve ABD gibi gayri-müslim güçlerle yakın ilişkiler geliştirmeye verdiği önemli büyük ölçüde açıklamaktadır.
İslamın kökensel yuvası Suudi Arabistan’a gelince, İslamın en kutsal emanetleri oradadır; dili İslamın dilidir; dünyanın en büyük petrol rezervlerini ve bunun sonucu olarak da mali etki gücünü elinde tutmaktadır; ve yönetimi Suudi toplumunu katı İslami bir doğrultuda şekillendirmiştir. Suudi Arabistan 1970’li ve 1980’li yıllarda İslam dünyasında en etkili yegâne güçtü. Tüm dünyada Müslümanlık davasını desteklemek için milyarlarca dolar harcadı, camiler ve ders kitaplarından siyasal partilere, İslamcı örgütlere ve terörist hareketlere kadar birçok alanda mali yardımlarıyla boy gösterdi ve bunu yaparken de aralarında pek bir ayrım gözetmemiştir. Öte yandan, göreceli düşük yoğunluklu nüfusu ve coğrafi açıdan zayıf bir konumda yer alması bu ülkeyi güvenlik sorunları açısından Batı’ya bağımlı kılmaktadır.
Son olarak, Türkiye İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim, Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı imparatorluğundan devralmasını önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC’in kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.
Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı takdirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir. Köktendincilik Türkiye’de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi altında Türkiye Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır; Orta Asya’da ılımlı bir rol üstlenebilmek için etnik ve dilsel bağlantılarından faydalanmaya çalıştır; Boşnak Müslümanları desteklemiş ve cesaretlendirmiştir. Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’daki Müslümanlarla kapsamlı tarihsel bağlantılara sahip olması bakımından Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri vardır. Türkiye’nin sonuçta bir “Güney Afrika” rolü kotarması hiç de mantık dışı değildir. Güney Afrika’nın ırk ayrımcılığını ilga etmesi gibi, kendine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. Güney Afrika, Hıristiyanlıkta Batı’nın iyi ve kötü yanlarını ve ırk ayrımcılığını yaşayıp gördükten sonra Afrika’ya liderlik etme vasfını özellikle kazandı. Laiklik ve demokraside Batı’nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp görmüş olan Türkiye de en az onun kadar, İslama liderlik etme vasfını kazanmış olabilir. Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir. (ss. 261 – 264).
Etiketler: Eksen Kayması, Medeniyetler Çatışması, Samuel Huntington, Yeni Dünya Düzeni
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home