bâd-ı sâbâ

Çarşamba, Kasım 25, 2009

Püsküllü Bela

Bu bloga bir şeyler yazmamın bir sebebi kendim için bir arşiv oluşturmak diğer bir önemli sebebi ise okuduğum kitaplarda yer alan ilginç sayılabilecek ve internet ortamında ulaşılması pek mümkün olmayan bilgilerin internet ortamına taşınması böylece herhangi bir arama motorunda yapılan bir arama ile arayan kişin karşısına çıkması. Aşağıdaki iktibas da bu misyona bir misaldir.

Bernard Lewis, sayfa 142’de saray vakanüvisi Lütfi’den “püsküllü bela” tabirinin kaynağını şu şekilde aktarmaktadır.

Şu ana kadar, düzenli birliklerin ve devletin genel olarak tüm hizmetkârları ve tebasının feslerine taktıkları püskül bükülmemiş ipekten yapılmaktaydı. Rüzgâr, yağmur ve benzeri nahoş etkilerin yol açtığı zarar nedeniyle püsküllerin her gün taranması kaçınılmaz bir mecburiyet haline gelmişti. Püskülleri taramak için çoğunlukla Yahudi oğlanlar bugünün ayakkabı boyacıları gibi sokakta, çarşıda “püskülünüzü tarayalım!” diye bağırarak dolaşırlar ve bu yolla para kazanırlardı. Kadınlar da taranmış püskülleri tepesi kalıpla düzleştirilmiş feslere takıyorlardı; başlarının üstünde daha kolay dursun diye fese bir tel yerleştiriyorlar ve fesin üstüne de kâğıt yerine gümüş bir tabaka koyuyorlardı. Bu ipekli püsküllere çok isabetli bir biçimde insanlar tarafından püsküllü bela adı takılmıştı. Bundan dolayı hem siviller hem de askerler için epeyce sıkıntıya yol açtığından, komutanların, subayların ve ordu mensuplarının feslerinin tepesine tespit ve tayin edilen ağırlıkta örme püskül taktırmalarına, askeri törenlerde ferahi adı verilen yuvarlak metal tabaka biçiminde rütbe işaretlerinin takılmasına ve diğer sınıflardan olanların da ipek püskül yerine örme püskül kullanmasına karar verildi.

Etiketler: ,

Pazartesi, Kasım 23, 2009

Bir Zamanlar...

Bernard Lewis’in Modernleşen Türkiye’nin Doğuşu’nu okuyorum. Henüz başlardayım ama hem içerik olarak dolu hem de Türkçeye güzel çevrilmiş bir kitap. Çoğu çeviri kitapları okurken sıkılıyorum. Tercümanların cümleleri bire bir çevirmeye çalışması sebebiyle çoğu zaman uzun, anlam kaymaları olan cümleler ortaya çıkıyor. Türkçe dili ile İngilizce üslubunda yazmaya çalışıyorlar, netice çoğu zaman okuyucu için hüsran oluyor. Çeviri kitaplar konusundaki içimde birikmiş ızdıraptan az da olsa bahsettikten sonra kitapta devrin müslümanlarının gayrimüslimlere karşı bakış açısını gösteren birkaç pasaj iktibas ediyorum.

3.Bölüm’e girerken Lewis iki ayrı kitaptan bu konuda alıntı yapıyor.

Türklerle samimi bir dostluk kurmak için çok fazla gayretkeş olmamak gerektiği, bu ülkedeki bir elçi için hiç kuşkusuz iyi bir düsturdur. Herkese yönelik orta halli, makul bir tavır zahmetsiz ve güvenilirdir; zira bir Türk’ün Hıristiyanlar ile hakiki bir dostluk kurması mümkün olamaz. (Paul Rycaut, “The History of the Present State of the Otoman Empire”, 1668).

İnançsızlar ve kafirler ile samimi bir bağ kurmak Müslümanlara yasaklanmıştır, birbirine karanlık ile aydınlık kadar zıt olan bu iki taraf arasında dostane ve yakın bir ilişki, istenecek en son şeydir. (Asım Efendi Tarihi, 1809).


116 sayfada ise 1835’li yıllarda Osmanlı ordusunda danışmanlık yapan bir Avrupalı subaydan şunları aktarıyor:

Bir Türk, Avrupalıların bilimde, beceride, refahta, cesarette ve kuvvette kendi milletinden daha üstün olduğunu hiç tereddütsüz kabul eder. Ama bir Frenkin bundan dolayı bir Müslüman ile kendini aynı seviyede görebileceğini aklına bile getirmez.

Devamında yine aynı subaydan o tarihlerdeki Avrupalı subay danışmanlara bakışı aktarıyor.

…Ancak toplumsal ölçekte onlara gösterilen saygı gitgide azalıyordu. “Albaylar bize öncelik tanıyor, subaylar hâlâ itirazsız bir şekilde nazik davranıyor, ne var ki sokaktaki adam bize asla kollarını açmıyor … Asker ise itaat ediyor, ama selam durmuyordu.” Türk komutanlar bile kendi askerlerinden bir gâvura hürmet göstermelerini talep etmeye cüret edemiyordu.

Anlaşılan bir zamanlar bu topraklarda müslümanlar islamın vakar ve şerefine toz kondurmuyor, “kişi sevdiği ile beraberdir” hadis-i şerifine muvafık yaşıyorlarmış.